Felsefeye yön veren filozofların başında gelen Sokrates’ten başlayarak birçok felsefe okulunun ve filozofun, dinin, ideolojinin, bireysel olarak insanların peşinde koştuğu “hayatımızı nasıl yaşamalıyız?” sorusu sorulmaya ve de kafaları karıştırmaya devam ediyor.
Her birimiz sorunun cevabına ilişkin olanca iştahımızla elimizde koca bir tabak, açık büfede koşuşturuyoruz. Menüde yok yok... Yoga ve meditasyondan mindfulness’a, olumlamalardan şifalanma ve enerjiye, psikoterapi sürecinden yaşam koçluğuna herkesin ihtiyacından fazlası masalarda… Hepsi de “hayatımızı nasıl yaşamalıyız?” sorusuna, kendi baktığı perspektiften cevap veriyor.
Bizler de açık büfe coşkusuyla : ) çokça ayartılıyoruz. Mideler gibi kafalar da karışık ve zihinsel hazımsızlık çekiyoruz.
Çeşit çok… Sonuçta hepsi karnımızı bir şekilde doyuruyor… Abur cuburları geçiyorum, en iddialı olanları önce dünyada insan olmanın ne demek olduğunu ortaya koyuyor, sonra “bu çerçeveye göre kendini tanı” diyor. Kendini tanı ve kendini tanıt: Tanıdığın ve tanıttığın arasındaki mesafeye ilişkin ince ayarlarda mesajlar gidip geliyor.
Soru ve amaç aynı olmakla birlikte her dönem araçlara yenileri ekleniyor.
Her şeyin hızla değişip dönüştüğü günümüzde kim olduğumuz ve karşımızdakinin kim olduğuna ilişkin ipuçlarına (eğitimimiz, ekonomik durumumuz, giyimimiz ve üye olduğumuz gruplar gibi…) sosyal medya hesaplarımız da dahil oldu. Her hesaptaki adımızın altında hakim dünya görüşümüz (yani nasıl yaşamalıyız sorusuna verdiğimiz cevap) bir cümle ile yerini buldu. Bu hesaplarımızdan paylaşımda bulunduğumuz aforizmalarla, dizelerle yeri geldi isyankar ve atarlı, yeri geldi onaylatıcı, yeri geldi “ne kadar da kendine güvenli” dedirtici paylaşımlarda bulunduk. Özel günlerde en anlamlı görseli paylaştık.
Şairine ait olmayan şiirler, filozofuna ait olmayan aforizmalar sayfalarda boy gösterirken söylemenin yapmanın yerine geçtiği noktadan daha da ileri gidip yazmanın (paylaşmanın) olmanın yerine geçtiği bir yanılsamada birbirimizi eğledik.
Toplum olarak yaptıklarından dehşete kapıldığımız kişilerin sosyal medya hesaplarında dürüstlük, hak yememe, değerlere sahip olmaya ilişkin çokça paylaşım yaptığını gördük.
Akla ilk gelen “Aforizma okumak ve paylaşmak bizi daha bilge yapar mı?” sorusunun yanıtının, soruyu gereksiz kılacak şekilde “hayır” olduğunu hepimiz bilmekteyiz. Aforizma paylaşmayı amaç olmaktan çıkarıp, bu cümleleri “fark etmek, bilmek, yapmak ve olmanın” birer aracısı olarak kullanma noktasına vardığımızda ancak işin doğasına uyduğumuzu fark edebiliriz.
Stoacı devlet adamı olan Seneca’nın Lucilius’a verdiği tavsiye bu noktada iyi bir yol gösterici olarak bize eşlik ediyor:
“… senden Lucilius, felsefeyi yüreğinin ta derinlerine indirmeni, gelişme deneyimini sözlerle, yazılarla değil, ruhunun gücüyle, arzularını gemlemenle saptamanı istiyorum, seni buna yüreklendiriyorum; sözlerini davranışlarına uydurarak gerçekleştir. İzleyicisinin beğenisini kazanmak isteyen söz ustalarının, konuşmacıların niyeti başkadır; gençlerin, aylakların ilgisini değişik, akıcı tartışmalarda çekmeye çalışan kimselerin ise daha başka. Oysa felsefe, davranışı öğretir insana; konuşmayı değil.
Felsefe herkesin kendi yasasına uygun olarak yaşamasını ister, sözleriyle yaşam biçimi birbirine aykırı olmasın, bütün yaşantısı tutarlı olsun, tüm eylemlerinin rengi bir olsun ister. Bilgeliğin en büyük görevi, ana belirtisi şudur: Eylemle sözler birbirine uysun, her insan her yerde kendine eş ve aynı kalsın ister.”
Bilmenin, söylemenin, paylaşmanın “olma”nın önünü açması dileklerimle…
Psikolog Gülşah ÖNCÜ
12.03.2021,Gölcük