2 dakika okundu
08 Dec
08Dec

Ama yazgısını yaldızlı çokomel kâğıtları gibi, tırnaklarıyla düzeltemiyor insan.
Didem Madak


Bir Başkadır dizisi; sınıf çatışması, din-bilim çatışması, yapay-sahici, doğu-batı, organik-mekanik ve taşra-şehir gibi ikilikler içinden izleyiciyi sorgulatan, düşündüren, karakterlerin yollarını, hikâyelerini birbirleri ile kesiştirerek de; birlikte değişime, dönüşüme sürükleten içten ve hakiki bir Türkiye hikâyesi. Dizi, Netflix’te “Hayatları farklı, hayalleri farklı, korkuları farklı. Birbirlerine zıt görünseler de yolları kesiştiğinde sınırlar ortadan kalkacak ve hepsi birbirinin hayatına dokunacak.” şeklinde tanıtılıyor.

Kendini var etme ve kabul görme mücadelesi

Mesajsız bir dizi bu; fotoğraf gibi, sadece ayna tutuyor bize. Eğrisiyle doğrusuyla, eksiğiyle fazlasıyla budur diyor. Eleştirmiyor, yargılamıyor, doğru ya da yanlış demiyor ve en çok da sanki “siz de demeyin” diyor. Düşünün tüm karakterlerin beğendiğimiz kadar beğenmediğimiz tarafları var. Ne tamamen kötüler ne de tamamen iyiler. Tıpkı bizim gibi, her insan gibi değiller mi? Bir insan hikâyesi bu bağlamda Bir Başkadır.

Yansız, yüksüz, yargısız olmak!

Bir psikoterapistin –şifacının- olmazsa olmaz duruşudur. Yansız, yüksüz, yargısız kalır terapist çünkü ruhumuzun karanlık taraflarıyla ancak bir böyle bir psikoterapi seansında ya da yargılanmayacağımızdan emin olduğumuz, olduğumuz gibi, yalnızca kendimiz olmaktan zarar görmeyeceğimizi bildiğimiz bir ortamda el sıkışabilir ve tanışabiliriz. Bu tanışmaya ulaşıldığında ise yalnızca kendimiz olmak ve sonucunda yargılanmamak, yalnızca anlaşılmaya çalışılmak bile tek başına sağaltıcı, iyileştirici olabilir. Peri “yansız, yüksüz, yargısız” olmakta her ne kadar başarılı ol-a-masa da “o karşılaşma”nın bile Meryem’e ne kadar iyi geldiğini düşünün. Peri’nin kendi süpervizyonunda (terapisinde) söylediği “Her anlamda yanlış, mesleki olarak tamamen yanlış zaten de... İnsan olarak yanlış ya.” derken yönetmen sanki kullandığı kamera açıları ve Gülbin’in (süpervizör/terapist) jest ve mimikleriyle Peri’ye hem kızmamızı hem de merhamet göstermemizi sağlıyor. Bir yanıyla kendi içimizdeki Peri ve Gülbin serbest kalıyor o sahnelerde ve sonrasında bir arınma sunuyor bize, armağan gibi.

Kimseye etmiyoruz şikâyet, ağlıyoruz halimize!

Zordur kendimizi konuşmak. Özellikle de karanlık yanlarımızı, toplumun, ailenin, ahlakın, kültürün gölgede bıraktığı, yasakladığı karanlık taraflarımızı konuşmak çok daha zordur. Bir diğeri üzerinden bunu yapmak daha zahmetsiz ve acısızdır. Bu yapımla “ötekini” konuşarak kendi içimizi bir havalandırma imkânı bulduk belki de ülke olarak. Psikanalist Yavuz Erten, Karanlık Odadaki Suretler kitabında sinemanın, beyaz perdenin bilinçdışımızı nasıl harekete geçirdiğini, sinema aracılığıyla zamanın ruhuyla, kolektif zihin hareketleriyle, insanlığın bilinçli ve bilinçdışı (bastırılan, bastırılmak zorunda kalınan) meseleleriyle nasıl etkileşime geçtiğimizi detaylı biçimde farklı -gerçek- hikâyeler üzerinden anlatır. Dizinin hikâyesi, karakterler, karakterlerin hikâyeleri bize, bizim hikâyemize dokundu ki hepimiz bu diziyi konuşuyoruz. Güzel bir şey bu! Herkesin, ona bir şeyler söylediği ancak o soru sorduğunda cevap alamayan Yasin’in yaşadığı öfkeyi düşünün. Anlatamadığı gibi dinleyemiyor da Yasin. Bir yanıyla bu nedenle de öfkeli, dolu. Oysa konuşabilse, onunla konuşabilseler rahatlayacak Meryem gibi, Peri gibi, Hilmi gibi… Dizinin bizi bu kadar konuşturması biraz da; meraklarımızın, diğerlerinin sırlarının, iç dünyalarının bize açılmasıyla ilgili. Şu anda izlenen, tutulan dizilere bakın neredeyse tamamının ortak noktasının “iç dünyalarını gördüğümüz insan hikâyeleri” olduğunu göreceksiniz.

Sustuklarımız büyürmüş içimizde

El âlem böyle deliriyor işte herhâlde. Attık attık içimize senelerce. (Ruhiye) Dr. Kristin Neff 2003 yılında öz-şefkat (self-compassion) isimli yeni bir kavram ortaya koydu. İnsanların kendi hataları, yetersizlikleri ve başarısızlıkları karşısında kendini suçlamak ve eleştirmek yerine kendilerine şefkat ve anlayış göstermeleri olarak tanımlıyor. Merhametle çok yakın bir kavram olduğunu, hatta neredeyse merhameti tam karşıladığını söyleyebiliriz. Merhamet, merhamette bulunan kişiyi depresyondan korur, kişinin kendine güveni ve saygısını artırır ve kişinin ilişkilerinde daha sosyal bir konuma gelerek bireyin iyi hissedişine önemli katkılar sunar. Dizide gördüğümüz haliyle; Ruhiye’nin geçmişiyle yüzleşmesi, vedalaşması ve yok etmek(!) istediği kişiye bir yanıyla merhamet göstermesi sonrası yaşadığı dönüşüm gibi. Bu bağlamda merhametli kişilerin daha özgüvenli ve mutlu kişiler olduğunu söyleyebiliriz.

Yüzleşme, geçmişle barışma, bırakma ve yüklerden kurtulma

Kim bilir neler yaşanıyor o evin içinde. (Peri) Ferdi Özbeğen’in “bir sır” gibi senelerce saklanan bir aşkı anlattığı şarkısındaki gibi sakladığımız (bastırdığımız) duygularımız ve belki travmalarımız gördük ki bir şekilde geri dönüyor. Hilmi ve Peri’nin, duygularını bastıran/yaşayamayan Meryem’e aynı metaforu –suyun çatlağını bir şekilde bulacağı- anlatmaları da dizinin güzel ayrı bir kucaklaşması. Ki Meryem de seansında “Jung diye bir bilim adamı var mı?” diye sormasıyla cami hocasıyla (imamla) terapisti (bilim insanı) buluşturuyor.

Nedir ki psikoterapi?

“İnsanın bütün silahlarını, savunmalarını bırakmayı kabullenip bir yabancının, uzman ("kutlu"?) olduğu varsayılan bir yabancının ilgisinden medet umması, şifa dilemesi dışında?” (İskender Savaşır) Psikoterapi, bireyin yansız, yüksüz, yargısız dinlenmesi ve bir merhamet, bağışlanma, anlaşılma, olduğu gibi kabul arayışı ise aynı arayış pekala İskender Savaşır’ın işaret ettiği gibi terapistin de –diğer bir birey/insan- arayışı ve ihtiyacıdır. Başkalarına kolay olan merhamet, anlayış kendimize zordur demiştir. Bu zorluğun aşılması için de psikoterapiyi önermiştir. Kendine karşı merhametli olmanın zorluğunu Peri’nin Gülbin’le olan süpervizyon seanslarında çok açık görüyoruz. Son seanslarında Peri yaşadığı katarsisle birlikte “Bir şeylerin taklidini yapmaktan sıkıldım. Yaşayamadığım duyguları yaşıyormuş gibi taklit etmekten sıkıldım. Bir tane doğru düzgün adamla karşılaşmak için abuk sabuk ortamlara girmekten, leş gibi eve dönmekten, her sabah bir başıma o evin içinde uyanıp. Yeter. Sıkıldım artık. Yetsin, bitsin…” diyerek taşıdığı, taşımak zorunda hissettiği yüklerini büyük oranda bırakabilmiştir.

“Konuşmak, olaylara başka türlü bakmamızı sağlar.”

Adam Phillips “Tıp ve din gibi psikanaliz de paniği anlama dönüştürür. Korkuyu ilginçleştirerek dayanılabilir hale getirir. Dahası bunu en sıradan yöntemle, konuşma yoluyla yapar. Freud'un hâlâ yeniliğinden bir şey yitirmemiş olan bu tedavisi, "başkaları bunun için vardır, fark yaratmak için," demektedir. Konuşmak, olaylara başka türlü bakmamızı sağlar.” der. Dizinin açılış sahnesinde terapist Peri’nin danışanı Meryem’e önerdiği “Konuşabiliriz istersen. Sohbet edebiliriz. Ne konuda istersen. Aklından geçenleri.” gibi ve Meryem’in bu daveti kabul etmesiyle gerçekleşen iyileştirici, dönüştürücü seansları örnek verebiliriz bu konuşmaya. Meryem bir süre sonra şöyle der terapisti Peri’ye: Yani, iyi geliyor anlamında diyorum, buraya gelmek. Konuşuyoruz, ediyoruz. Muhabbet oluyor. Siz de dinliyorsunuz hakikaten insanı”. Burada vurguyu sanırım “hakikaten dinlemek” kısmına yapmalıyız. Dizinin altını çizdiği konulardan biri de “kimse kimseyi hakikaten dinlemiyor” sitemi değil mi?

40 yıl hatırı olan kahvenizi yakmayın, yaktırmayın!

Aslında hiçbirimizin içi içine sığmıyor taşmak istiyormuşuz. İlk fırsatını, çatlağını bulduğumuzda taşıyormuşuz ve taşmak sorun değil aksine dinginlik getiriyormuş. Bu diziden sonra izleyenlerde artık eskisi gibi olmayacağı kesin olan bir konu varsa o da kahveyi yakmamak için, kaynayan suyun bekletilmeden kahveye dökülmeyeceğidir. Belki de bu kahve metaforu ile izleyiciye tavsiye edilen; saman alevi halimizle davranmak, karar almak ve yargılamak yerine biraz bekleyip, dinginleşip daha sonra anlamaya, konuşmaya çalışmamızdır ne dersiniz?

“Böyle pat diye söyleyebilsek ya içimizdekileri”

Bu diziyle bir kez daha gördük ki insanlar iyi ve kötü diye ikiye ayrılmıyor. Hepimizin iyi tarafları gibi kötü tarafları da var ve hepimizin ama hepimizin önyargıları var. Ülkemiz duayen psikiyatrlarından Engin Geçtan’ın ifade ettiği haliyle “Kimse siyah ya da beyaz olarak nitelendirilemez. Aslında hepimiz grinin tonlarıyız. Kimimiz daha koyu, kimimiz daha açık.” Konuşamıyoruz. Susuyoruz. Dinlemiyoruz. Anlatmıyoruz, istesek de anlatamıyoruz. İmada bulunuyor, anlaşılmayı bekliyoruz. Yanlış anlıyor, yanlış anlaşılıyor ve anlaşamıyoruz. Hepimiz birilerini, bir şeyleri ötekileştiriyoruz. Ötekileştirdikçe uzaklaşıyor daha da anlamaz, anlaşılmaz oluyoruz. Dizi sanki temel problemimizi “konuş-a-mamak” olarak tanımlıyor. Peri’nin “Böyle pat diye söyleyebilsek ya.” diyerek ifade ettiği onun da konuşamayıp biriktirdikleri gibi.

“Hayat bir filmle değiştirilecek kadar basittir”

Terapi odasında, seminerlerimde sıkça filmlerden, dizilerden kesitlere başvururum ve beyaz perdenin müthiş dönüştürücü etkisi olduğunu gözlemlerim. Bu bağlamda; bize bir kere daha düşünme, konuşma ve duygularımızı regüle etme imkânı sunan Berkun Oya’ya ve emeği geçen tüm Bir Başkadır ekibine teşekkürlerimi sunarım. Bitirirken, dizinin ismiyle ilgili “ne olabilirdi başka” diye düşünürken ünlü düşünürün “Anlatılan Senin Hikâyendir” mottosu sanki çok denk düşermiş gibi düşündüm, ya sizce?
 
Psikoterapist Şamil Saribaş
Aile ve Çift Terapisti

Yorumlar
* Bu e-posta internet sitesinde yayınlanmayacaktır.