4 dakika okundu
23 May
23May

Tüm filmlerini izlediğimiz Oscarlı oyuncu, en sevdiğimiz kitapların yazarı, psikolojide çığır açan psikanalist... bize yaşamlarımızı anlamlı kılmamızı sağlayacak bakış açıları sunarken acaba dört duvar arasında kendi öznesi oldukları hayatlarda nasıllar? Bizim onlarla kurduğumuz ilişki çoğu zaman varsayımlarla, fantezilerle ve hatta idealizasyonlarla ilerlerken onların dünyasında neler oluyor, arka bahçelerinde neler gizleniyor? Bir önceki kuşaktan getirdikleriyle nasıl hemhâl oluyor, bunları bir sonraki kuşağa bunları nasıl aktarıyorlar? Savundukları fikirler kendi hayatları söz konusu olduğunda nereye evriliyor? Eminim bu sorular birçoğumuz için merak konusu; ama cevaplarını bilmemiz mümkün değil. Bu soruların kışkırtmasıyla beni çok etkileyen bir anne-oğul ilişkisinden bahsedeceğim.

Martin, 1950 yılında İsviçre’de doğdu. Annesiyle arasına daha yaşamın ilk günlerinde onulmaz bir mesafe girmişti. Bu mesafenin Martin’e bir yazgı tayin edeceği ve bu yazgıyla nasıl baş edeceği elbette o zamanlarda henüz bilinmiyordu. Annesi oğlunu emzirdikçe canı acıdığı için onu emzirmeyi reddetti ve Martin iki haftalığına yeni doğan bebek bakımında tecrübesi olan bir kadınla bir aile yakınının evine gönderildi, sonraki altı ay ise teyzesinde kaldı.

Martin’in annesi 1923 yılında Polonya’da Lodz kasabası yakınlarındaki Alicija Englard’da doğdu. Ortodoks Yahudisi varlıklı bir aileye mensuptu ama kendisini asla Yahudi olarak tanımlamıyordu. Savaş zamanı Piotorkow gettolarında yaşamış ancak daha sonra annesi ve kız kardeşiyle birlikte buradan kaçmayı başarmışlardı, babasıysa getto bölgesinde ölmüştü.

Martin’in annesi oğluyla paylaştığı anılarında savaş zamanı kendisini istismar eden bir Gestapo adamdan bahsetmişti ve oğluna şöyle demişti; “biliyorsun babanın adı o Gestapo adamla aynı!’’

Martin’in babası annesi ile Polonya’da tanışmış, Polonyalı bir katolikti. Martin annesiyle babasının sadomazoşistik bir ilişkileri olduğunu ve babasında bir aşağılık kompleksi olduğunu düşünüyordu. Çünkü onunla hiçbir şey yapmak istemeyen çok güzel bir kadına âşık olmuştu. Annesiyle babasının ilişkisi sanki Gestapoyla annesinin arasındaki ilişki gibiydi, annesi babasından nefret ederdi ve onun bir aptal olduğunu düşünürdü.

Babasının çok sinirli olduğundan ve kendisine işkence ettiğinden bahseden Martin, annesine bağlı olduğu için babasının onu aşağıladığını söyler; babasının annesine değil, ona vurmasını sağladığından annesinin kurtarıcı kahramanıdır o. Martin’in cümleleriyle ifade edersek;

“Babamın adeta şiddet nesnesiydim. Acımasızca beni döverdi. Beni dövmek için her fırsatı değerlendirirdi, cinsel olarak istismar ederdi. Yıllarca her sabah onu yıkamam için beni zorladı. Bensiz duş alsın diye bazen yatakta kalmaya çalışırdım ancak o zaman da odama gelir tembel bir domuz olduğumu söyleyip derhal duşa gelmemi isterdi. Ve tüm bunları görmesine rağmen annem tek kelime etmezdi.”

Elbette annesiyle babasının ilişkinin hikâyesi de en az Martin’in hikâyesi kadar tüyler ürpertici; Martin’in annesi takma bir isimle gettodan kaçmayı başardığında bunu fark eden bir adamın şantajı sonucunda onunla evlenmeyi kabul etmişti. Yani Martin bir aşk ilişkisi sonucu doğan bir çocuk olmadı, belki de annesi için hep o korkunç günlerin hatırlatıcısı ve uzantısı oldu. Geçmişte yaşananların yası tutul(a)madığı için de annesiyla Martin arasında hiçbir zaman yeni bir ilişki kurulamadı.

1973 yılında Martin’in anne ve babası boşanmıştı. Kız kardeşi evde annesiyle birlikte kalmış, Martin ise iki yıldır altını ıslattığı için bir rehabilitasyon merkezine gönderilmişti:

“Bana hasta olduğumu söylediler ve tedavi olmam gerektiği için oraya gitmemi mecbur kıldılar. Orası çocuklar için bir barınaktı. Ailemi iki yıl boyunca görmedim, tamamen yalnızdım.”

Yukarıda kısa öyküsüne yer verdiğim anne-oğul kahramanlarımız dünyaca ünlü psikoterapist Alice Miller ve oğlu Martin Miller.

Alice Miller, çocukluk çağı üzerine çalışmalar yapmış ve alanında yazdığı kitaplar ile epey ses getirmiş bir psikoterapisttir. Yazdığı yazılar, eğitimin yıkıcı rolü, çocuklara yönelik şiddet eleştirisi ve ebeveynler ile çocuklar arasındaki yıkıcı ilişki analizi üzerine olmuştur. En önemli çalışmalarından biri olan Yetenekli Çocuğun Dramı’nı, ilk olarak 1979 yılında kaleme almış, ancak bundan 16 yıl sonra kapsamlı değişiklikler yaparak 1996’da neredeyse tekrar yazmıştır.

Bu kitabı en başta bahsettiğim öyküyü bilmeden önce ve sonra olmak üzere iki kez okudum. Elbette son okuduğumda bakışım daha farklılaştı. Ve kitapta Alice Miller’ın dikkat çektiği noktalar, tekrarlar, verdiği örnekler benim için daha anlamlı bir hal aldı.

Kitabı ikinci okuyuşumda kuşaklar arası aktarım meselesine dair yazdıkları dikkatimi daha çok çeker oldu. Onun etkileyici bir şekilde ifade ettiği bu mesele elbette kendi çocukluk ve annelik öyküsünden bağımsız değildi:

“Her insanın derininde kendinden az çok gizlediği, içinde çocukluk dramının aksesuarlarının bulunduğu bir arka odası vardır. Kimseyi sokmadığı bu gizli odasına mutlaka girecek olanlar yalnız kendi çocuklarıdır. İnsan çocuk sahibi olunca odaya hareket gelir, hazırlık başlar; çünkü dramın devamı için gerekli ortam sağlanmıştır. Fakat çocuk bu dramda oynayacağı rolu ve kullanacağı aksesuarları seçmekte özgür değildir, çünkü rolü zaten yaşama getirilirken belirlenmiştir ve yer aldığı “oyunla” ilgili anılarını da yetişkinlik yaşamına taşıyamayacaktır. Rolünün ne olduğunu belki ancak daha sonra, terapide sorununa çare ararken öğrenebilir.” (s. 36)

“Bilmeliyiz ki, yirmi yıl sonra bu çocuklar (istismar/ihmal edilen) bütün bunların acısını kendi çocuklarından çıkaran yetişkin birer insan olacaklardır. Belki bilinçli olarak ‘dünyadaki’ zulüm ile savaşacaklar fakat bilmeden ‘çevrelerinde’ bulunanlara eziyet edeceklerdir. Çünkü zulmü erken yaştan beri tanımakta ve bir bilgi olarak bedenlerinde taşımaktadırlar. Yüceltilmiş bir çocukluk imajı ardında gizlenen, artık ulaşamadıkları bu bilgiler, onları yıkıcı eylemlere güdecektir. Yıkılıcılığın bir miras olarak bir kuşaktan diğerine devredilmesini duygusal düzeyde bir bilinçlenme ile acilen çözmek zorundayız. (…) Fakat bu çoğunlukla yapılamamakta, çocukluk acılarının duygusal boyutu insanların bilinç dışında, onlardan tümüyle gizlenmiş olarak kalmaktadır. Özellikle de gizli kaldığı için bir sonraki kuşakta ortaya çıkan yeni aşağılama biçimlerinin bilinmeyen kaynağını oluşturmaya devam etmektedir.” (s. 92)

Tekrarlayan olaylar döngüsü, bazen kişinin peşini bir türlü bırakmaz ve birkaç olayla başlayan ve biri tamamlanmadan diğeri devam eden travmatik öykülerin zarar verici etkisi giderek artar. Zaman içerisinde bu döngüden çıkamayan kişi travmayla başetmenin en hasarlı yolunu seçebilir. Aynı hikâyede, aynı döngüde sarsılan ruhsallığını onarma biçimi olarak bir dönem kurban olan, bir bakmışız başka bir hikâyede, benzer bir kurguda zalim olmuş. Kişinin tekrarlayan bu kurgusu zalimliğini de örtbas eden bir işlev görebilir.

Alice Miller’ın oğlunu savaş zamanı kendisini istismar eden Gestapoya benzeyen bir babayla büyütmesi, hem cinsel istismar üzerine yazan ve hem de her ebeveynin eğer çocuğunu dövüyorsa bir suçlu olduğunu savunan birinin, oğlunun cinsel istismarına göz yumması adeta kendi trajedisini, travmasını çözemediği için oğluyla tekrar ettiğini göstermektedir. Hatta neredeyse suskunluğuyla işkenceciyle özdeşim kurarak kendi yaşadıklarını bölme ve inkâr etme yoluna gitmektedir, çünkü yüzleşme ve yaşadıklarının yasını tutmaktan çok uzağa düşmüştür.

Martin Miller’ın annesinin ölümünden sonra yazdığı Yetenekli Çocuğun Gerçek Dramı başlığı taşıyan otobiyografisi, Alice Miller’ın kitaplarını basan Alman, Fransız ve Amerikan yayınevleri tarafından reddedilse de neyse ki Almanya’da kendisine yayımlanacak bir yer bulabilmişti. Kitabı Almanca olarak yazmış olan Martin Miller’a göre yayınevlerinin kitabı reddetme nedeni, eğer basarlarsa annesinin kitaplarından artık kâr elde edemeyeceklerinden korkmalarıydı. Bu durum kol kırılır yen içinde kalır’ın en hazin örneklerinden biri. Bu bağlamda çok tanıdık ve belki de bambaşka boyutlarda hepimizin meselesi.

Alice Miller'ın, Yetenekli Çocuğun Dramı (Profil Kitap) adlı kitabı dünyada olduğu gibi Türkiye'de de çok baskı yaptı. Martin Miller'ın kitabı The True Drama of the "Gifted Child" ise henüz çevrilmiş değil.

Martin Miller çocukken duygusal ihmal ve istismara maruz kaldı. Kitabında da bu konuyu hem çocuk olarak kendi açısından hem de bugünkü psikolog kimliği ile ele almıştır. Kitabında soykırımdan kurtulan annesinin hayatını analiz eder, kendisi ile annesi arasındaki duygusal kopukluğun nedenlerini ve babasıyla olan zayıf ilişkilerini ele alır.

Martin, annesinin kitaplarında gerçekte hiçbir zaman olmadığı bir anne imajı yarattığını kendi kitabında ise annesinin etten kemikten gerçek bir insan olarak resmedildiğini söylüyor, zaten kitabın alt başlığı da “Alice Miller Hayaleti- Gerçek Kişiliği”. Kitabın arka kapak yazısında eğer kendi travmanızı atlatamazsanız neler olacağını ve bunun bir sonraki nesle nasıl aktarılacağını göreceğimizi yazıyor.

“Anne/babalarımız ve sonra da biz, çocuklarımıza defalarca acı verdiğimizi, onların filizlenen benliğini derinden ve kalıcı bir biçimde örselediğimizi fark etmeyebiliyoruz. Çocuklarımızın onlara acı verdiğimizi kavrayıp bunu dile getirebilmesi ve böyle yaparak bize hatalarımızı ve ihmallerimizi görüp özür dilememiz için fırsat vermesi büyük bir şanstır. Bu özür dilenince, çocuklarımız şiddet uygulayan gücün, ayrımcılığın ve aşağılamanın kuşaktan kuşağa aktarılan zincirinden kurtulabilir.”

Bunları yazan Alice Miller, oğluyla kurduğu ilişkisinde bu şansı pek de değerlendirememiş anlaşılan. Bir röportajda bu kitabı neden annesinin ölümünden sonra yazdığı sorusuna Martin Miller’ın verdiği şu cevaptan da anlaşılıyor:

 “Herhangi bir şey söylemem yasaklanmıştı. Sessiz kalmak zorundaydım, çünkü sadakat üzerine adamıştım kendimi, kurbanın tarafında olmalıydım. İkinci jenerasyon çocuklarının çoğunun kaderidir bu. Annemden cevap talep etmedim. Bir mahkum gibi oluyorsunuz, tek bildiğiniz konuşmak, o da yasak. Bu yüzden sadece onun ölümünden sonra yazabildim.’’

Martin Miller, kitabı yazarken üç rolü oynadığını söylemekte: “Gazeteci rolü, çünkü gerçekleri yazıyorum; oğul rolünü; ve yorumlayıcı psikoterapistin rolü.” Kitabı yayımlandıktan sonra bu konu ile ilgili Münih’te konuştuğunda, Musevi bir muhabir ona çok kötü bir şey yaptığını söylemiş. “Çocukken çok büyük bir acı çektin ancak annenle kıyaslandığında bu hiçbir şey.’’ Buna Martin Miller şu şekilde karşılık veriyor; “Bizim jenerasyonumuzdaki birçok kişi bazı kompleksler geliştirdiler çünkü kendimize şunu dedik: Kurtulduğum şey, ebeveynlerimizin hayatta kaldıklarına kıyasla hiçbir şey değil.”

Martin’in bir diğer travmatik deneyimi ise psikanaliste gönderilmesinin ardından olmuş. Bilmediği şey, annesinin oğluyla olan seansları kaydetmesi ve onları ona dinletmesi için terapistle anlaşmış olmasıydı. Ayrışmasından muzdarip olduğunu ve oğlunu geliştirdiği teoriler içinde göremediğini açıklamıştı terapiste.

Genç bir adam olarak Miller bir terapist olmak istememişti; “Anna Freud rolünü oynamak istemedim” diyordu, babasının izinden gitmiş olan Sigmund Freud’un kızını işaret ederek. “Ben daha özerk olmak istemiştim ve annem bunun için bana çok kızmıştı.”

Ebeveynlerinin desteği olmadan bağımsız bir yola çıktı:

“Liseden sonra babam bana benim gibi uyuşuk birinin üniversite eğitimi için para ödemeyeceğini söyledi. Annem beni desteklemedi ve belki üniversiteye gitmesem daha iyi olacağını söyledi. Çok bağımsız olmak zorunda kaldım, öğretmen oldum.’’

1979 yılında Martin Miller psikanalist olmaya karar verir ve çalışmalara başlar. Annesi bundan pek hoşnut olmaz çünkü her şeyi ondan öğrenmesi gerektiğini düşünür. Martin Miller ise annesine kendi yolunu çizmek istediğini söyler;

“Annem ekonomik olarak ve konsept olarak ona bağlı olmamı istedi. Bana ‘çok yeteneklisin, üniversiteye giderek öğrenmek zorunda değilsin, her şeyi benden öğrenebilirsin’ dedi. Ama bu beni Alice Miller’ın kölesi yapardı.”

Martin’in annesi tarafından yazılan 28 Mayıs 1998 tarihli mektupta bir yüzleşmeye rastlıyoruz; 

“Anladım ki korkudan duygularını ne kadar çok reddetmişim, belki de haklısın – ki gerçekten haklısın. Seni umutsuzluğun sınırlarına ittik. Bu sefaleti sana getirenin ben olduğumu inkâr edemem. İhtiyaçlarını, korkularını, umutsuzluğunu anlamadım. Seni anlamak yerine seni tedavi için gönderdim, sadece sana yardım etmemekle kalmadım, aynı zamanda hayatını da tehlikeye attım. Annemle karşılaştırılmaya maruz kalmamak için hem kendimi hem de sizi ikna etmeye devam ettim. Gerçeği taşıyacak ve artık kaçmayacak kadar yaşlıyım. Bu başarısız olmuş bir hayat.’’

Yukarıdaki cümleler Alice Miller’ın oğlundan özür dilediğini, adeta günah çıkardığını düşündürse de oğlunu mirasından men etmesi ve hayattan ayrılırken oğluyla üstünkörü vedalaşması, yaşadığı içsel karmaşayı tam olarak çözemediğini düşündürmektedir ve sanki kendi tutamadığı yası oğluna da tutturmak istememektedir.

Alice Miller ölümüne yakınken bile hiçbir şeyi kadere bırakmamıştı. Kanser hastasıydı ve kendisini öldürmeye karar vermişti. 14 Nisan 2010 tarihiydi, 87 yaşındaydı, birkaç yıl önce taşındığı Provence’taki evindeydi. Martin Miller’ın dediğine göre “kimsenin eline kalmak istememişti.” Alice Miller’ın oğluyla vedalaşması ise Martin Miller’ın anlattığına göre şöyle olmuştu;

“Beni aradı ve dedi ki ‘bu öğlen öleceğim. Seni vedalaşmak için aradım. Sana ve eşin Manuela’ya güzel bir yaşam dilerim, şimdi başka insanları da arayabilmek için bu konuşmayı bitirmem lazım.’ Birkaç saat sonra da vefat etti. Ve isteği üzerine bedeni yakıldı. Gömülmek istemedi. Ayrıca tüm mektuplarını ve bilgisayarındaki her şeyi imha etti. Hiçbir iz bırakmadı.’’

Alice Miller’ın yazmış olduğu Yetenekli Çocuğun Dramı şu paragrafla son bulur;

 “Yıllarca kendi çocukluk öykümün üzerindeki örtüyü tümüyle kaldırabilmenin yollarını aradım ve sonraları bunun ulaşılması olanaksız bir hedef olduğunu kavradım. Bu ‘her şeyi çözme’ saplantısından vazgeçtikten sonra, önümde yepyeni yollar açıldığını ve yeni perspektiflerin belirdiğini gördüm.” (s. 139)

Yetenekli Çocuğun Dramı’nı ikinci okuyuşumda onu bir süblimasyon (yüceltme) örneği olarak ele alabilir miyiz diye çok düşündüm. Eğer ele alırsak hem annenin hem de oğulun yaşadıklarından hareketle kendi kitaplarını yazması, her ikisinin de aynı savunma mekanizmasını kullandıklarını gösteriyor. Belki de annenin oğluna bıraktığı en büyük miras bu olmuştur.

Ancak Martin Miller’ın aktardıklarından anlıyoruz ki Alice Miller hep gizli bir kimlikle yaşamış. Bu ölene dek de sürmüş. Sanki yazdığı kitaplarla açığa çıkmaya ve o sahte kimlikten kurtulmaya çalışıyor gibi gözükse de bunu tam olarak yapamamış ve depresif pozisyona geçip yaşadıklarıyla yüzleşmeyi başaramamış bir kadın olmuş.

 Alice Miller’ın kendi travmasını Martin Miller’a nasıl aktardığını az çok anlıyoruz, peki Martin bu travmayı bir sonraki kuşağa nasıl aktaracaktır?

Martin Miller kitabına dair şunları söyler;

“Ben kitapta oğluyla olan ilişkini gösterdim, Alice Miller yazdıklarının tam aksini yaptı – ama yazdıklarının yanlış olduğunu söylemiyorum. Eğer onun teorisine âşina olmasaydım, bugün ölmüş olurdum: Annemin teorisi benim kurtulmama yardım etti. Bu hayatımın kararsızlığı, bu kararsızlıkla yaşamak zorundayım. Bir yandan, annemden dolayı çok acı çektim, diğer bir taraftan da annem bana bu ilişkide nasıl hayatta kalabileceğim konusunda bilgi sağladı; bu muhteşem. İlişkimizde var olan gerilimdi bu. Ben onun teorilerini onda uygulamaya çalıştığımda bana kızardı. O dakikalarda kendi teorilerini algılayamazdı.’’

Yazıyı kendi sorularımla başlatmışken Alice Miller’ın kitabında sorduğu birkaç soruyla da bitireyim;

“Anne çocuğuna yardım edecek durumda olmayınca ne olur? Bunun ötesinde, sıkça rastlandığı gibi, çocuğunun ihtiyaçlarını fark edecek ve giderecek durumda olmamakla kalmayıp kendi de “ihtiyaç içinde bir kişiyse” ne olur?” (s. 46)

Bu sorunun yanıtını Alice-Martin Miller bağlamında ele almaya çalışırsak, Alice Miller’ın oğluna yazdığı mektupta belirttiği gibi belki “başarısız olmuş bir hayat”tır, belki de kuşaklar arası aktarılan travmalarla harmanlanan ve milyonlarca insanın okuyup farkındalık kazanmasını sağlayan “Yetenekli Çocuğun Dramı”dır.  Biliyoruz ki yetenekli çocuğun dramı, annesinin dramından bağımsız değildir. Ancak Martin’in sesini duymaya ve duyurmaya engel de değildir bu.

Tuğçe Isıyel

Klinik Psikolog/Psikoterapist. Londra'da Middlesex Üniversitesi'nde ve Türkiye'de psikanalizle ilgili çeşitli eğitimler aldı. EFTA-Avrupa Aile Terapisi Derneği (European Family Therapy Association) tarafından sertifikalanan Aile ve Çift Terapisi eğitiminin temel ve ileri düzeyini tamamladı. Kurucusu olduğu Polente Psikoloji’de yetişkin, çift ve aile alanında psikoterapist olarak çalışmaktadır. Aynı zamanda “Psikanalitik Edebiyat Okumaları” isimli bir atölye çalışması yürütüyor ve çeşitli dergilerde inceleme, deneme, eleştiri türünde yazılar yazıyor.


*Bu yazı 21 Mayıs 2020 tarihinde K24'te yayınlanmıştır: https://t24.com.tr/k24/yazi/yarali-cocukluk-yarali-ebeveynlik-alice-miller-bir-hayalet-miydi,2687 

https://www.haaretz.com/life/books/.premium-mother-dearest-1.5255078

https://www.idefix.com/Kitap/Yetenekli-Cocugun-Drami/Egitim-Basvuru/Aile-Cocuk/Aile-Cocuk/urunno=0000000214837

Yorumlar
* Bu e-posta internet sitesinde yayınlanmayacaktır.